Geçmiş zaman, Anadolu’nun küçük bir kasabasında yaşayan ataerkil bir ailenin çocuğu olarak ortaokulda cemaat yurdunda kalıyordum. Bir gün hafta sonu tatilinde eve geldiğimde baktım avluda bulunan devasa kavak ağaçları kesilmiş, budanmış, etraf harman yerine dönmüş. Durumu sorunca, kaldığım cemaat yurdundan hocaların geldiğini, devam eden okul inşaatı için kereste ihtiyacı olduğunu, rahmetli dedeme yardımcı olup olamayacağı sorulunca onun da atadan-deden kalma gün gelir lazım olur diyerek ayakta tutulan ağaçları kestirip bağışladığını söylemişlerdi.
Üstüne üstlük bir de götürülen parçalardan arta kalan kısmı için de nakliyesini hallediverir misiniz demişler, öyle olunca zaten yokluk içindeki babam bir araç tutmak yerine keresteyi traktör römorkuna sarmış ve 50 km öteki ilçeye kendi traktörüyle nakletmişti. Ben de traktörde yanına oturup okuluma gitmiştim. Bu nedenle bu olayla ilgili yaşadıklarım aklıma kazınmış. Sonradan duydum ki sadece bizimkiler değil cemaatle uzaktan yakından alakası olmayan nice kimseler hayır işidir deyip dere boyunca pek çok ağaç kesivermişlerdi.
Cemaat tarafından hem maddi hem de beşeri anlamda elde edilmiş olan gücün temelinde işte böyle görece yokluk içinde yaşasa da hayır için denildiğinde bir ekmeğini paylaşmaktan geri durmayan Anadolu insanının omuz vermesi vardı. Anadolu insanının hayırseverliği üzerinde vakıf geleneğinin büyük tesiri vardır. Bu gelenek tarihi kökleri itibariyle gerek İslam gerekse de Roma hukukunda kaynaklarına rastladığımız bir kurumdur. Hz. Ömer’in bir arazisini ihtiyaç sahiplerinin kullanımına sunmak istediğini belirtmesi üzerine Efendimiz’in (sav) de bu niyeti olumlu bularak onay verdiğine dair rivayet, İslam tarihinde konunun ilk örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Öyle ki sadaka-i cariye* diye tanımlanan ve vakfedilen mal hayır işledikçe ölmüş olsa bile vakfedenin sevap kazanacağına dair inanış da bu kapsamda değerlendirilebilecek durumlardandır. Osmanlı dönemine gelindiğinde vakıf kültürü daha da derinleşmiş, sosyo-politik gerçeklerin de zorlamasıyla kişilerin mallarını evlatlarına vakfetmeleri gibi uç örneklere de sıklıkla rastlanmıştır. Konumuzla doğrudan alakası olmaması nedeniyle bu kadar genel bilgiyle iktifa ediyorum.
Cemaatler vakıf kültüründen beslenme hususunda özellikle incelemeye konu edilmesi gereken yapılardır. Zira cemaatlerin öncü olduğu hayır işi olarak nitelenen her işin kaynağında bu yapılara gönül vermiş hayırseverlerce vakfedilen mal ve paranın yattığı yadsınamaz gerçeklerdendir.

Gönüllüler faydalı işler yapılıyor düşüncesiyle malından, zekatından, maaşından ayırdığını vermekte, bu oluşumlar da elde ettikleri gelirle hayır işleri yapmaktadırlar. Spesifik olarak Cemaatin bir dönemler Türkiye’de şimdilerde ise yurt dışındaki faaliyetlerini hayır işi olarak gösterme ve toplanan parayı da vakıf malı gibi nitelemesi su götürmez bir vakıadır.
Cemaatin önde gelen yüzlerinin devlet kurumlarınca el konulan mallar veya müesseseler geri verilmeden, barışmanın da konuşmanın da mümkün olmadığını iddia ettiği söylemler ara ara sosyal medyaya yansımaktadır. Bu söylemde dikkatleri çeken husus, ilgili kişilerin söz konusu kurumları kendi malları gibi benimseyerek uzlaşmaya mesafeli durmalarıdır.
Biz biliyoruz ki bu kurumların arsasından temeline, binasından tefrişatına kadar her bir aşamasındaki ihtiyaçlar, milletten vakfen toplanan para ve malla karşılanmıştır. O kadar ki kurumlar yapılırken inşaatlarını gezdirerek cemaatin başka ihtiyaçlarının giderilmesine yönelik ekstra himmetler toplandığı da olmuştur. Bu durumda cemaat önde gelenlerinin bu kurumlarda birer vakfeden olarak öyle ya da böyle hakkı olan her bir insandan, bu hakların devletin gözetiminde başka faaliyetlerde kullanılmasının reddiyesine yönelik icazet alıp almadıkları akla gelmektedir.

Şurası bir gerçek ki bugün Türkiye’de ve dünyada inşa edilen eserlere destek veren çoğu kimse, cemaati yoldan çıkmış araca benzetmekte ve bu kurumların devletin hizmetine verilmesinin yerinde olduğunu düşünmektedir. Bu durumda asıl hak sahiplerinin konuşma salahiyeti vermedikleri kimselerce, kurumların sahibiymişçesine üst perdeden söylemde bulunulmasını nasıl değerlendirmek gerekir bilemiyorum ve bu konudaki yorumları sizlerin takdirine bırakıyorum.
Öte yandan vakıf mallarının özenli kullanılması hem dini hem örfi hem de pozitif hukuk anlamında olmazsa olmaz şartlardandır. Öyle ki bu mallara yapılacak gayri hukuki her türlü saldırı mutlak anlamda sorumluluk gerektirir eylem niteliğindedir.

Bu günlerde kulağımıza gelen birtakım söylentiler ne yazıktır ki cemaatin önde gelenlerince bu kapsamda sorumsuzca davranışlar sergilendiğini göstermektedir. Örneğin, bazı ülkelerde milletin himmetiyle inşa edilen kurumların sözde kurtarma adı altında önde gelen cemaat yöneticilerinin gösterdikleri kişilere veya taşeron şirketlere devredilerek peşkeş çekildiği, Kimse Yok Mu Derneği’nin ve Kaynak Holding’in yurtdışına çıkarılan kaynaklarının “şirket kuruyoruz, ticaret yapıyoruz” denilerek çarçur edildiği, cemaat liderinin burnunun dibinde gece gündüz ayrılmayan, üstelik en yakın akrabalarından bazı kimselerin ABD’de ve çeşitli yerlerde çokça mal-mülk sahibi olduğu, İlhan İŞBİLEN gibi önde gelen abilerden denilen kimselerin eşlerinin mallarına (bir emanet edasıyla korunması gerekirken) musallat olunduğu, mahrem hizmet yapıyorlar diye ayrıcalık gören kimselerin kaçtıkları ülkelerde cemaat tabanından toplanan parayı kullanarak ticarete daldıkları, kontrol/teftiş mekanizması işletilmesi talepleri karşısında kontrol edecek kimselerin de kontrol edilecek olanlar arasından seçilerek bu taleplerin sonuçsuz bırakıldığı kulağımıza gelen olaylardır.
Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Ancak ne ibretamiz bir durumdur ki bu usulsüz işleri yapanlar, geçmişte “vakıf abiler”* olarak anılan ve baş üstünde tutulan kimselerdendir. Başta liderin çevresindekiler olmak üzere cemaatin çoğu önde gelen kişileri bizatihi kendi hayatlarını sözde bu hizmet yoluna adamış yani vakfetmiş insanlar olarak bilinirlerdi. Öyle ki bunlar, liderin söylemiyle eğer atanızdan, dedenizden kalmadıysa bir eviniz dahi olmasın denilerek kendilerine sınır çizilmiş kişilerdi.
Teşbihte hata olmaz, Cemaat içerisinde de Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi bir çeşit kul sistemine tabi olanlardı bahsedilen gruba girenler. Ancak bugün gelinen noktada milletin vakfettiği malı çarçur eden kimseler de işte bu önde gelen vakıf abiler oldular. Nasıl ki tarihi tekerrürler devri daimi içinde güçle yozlaşmanın ikiz kardeşliği öteden beri her yaşanan örnekte tekraren tescillendiyse, Cemaat elitleri de bundan ari değillerdi ve onlar da güçlendikçe yozlaştılar.
Evet üzerinde bir vakfe *** miktarı durup düşünülmesi gereken gerçeklerden biri de işte bu acı sondur. Kader planında bir kişi ya da grubun başına bir musibet gelmişse, bu zaman diliminin bir durup düşünülmesi gereken kader denk nokta olduğu unutulmamalıdır. Bugün yaşananlar sakın Cenab-ı Allah’ın (cc) bir ikramı olarak- yukarıda bahsi geçenler gibi nice Anadolu insanının hakkına riayet etmeyip, onların vesilesiyle sunulan imkanları ve müesseseleri, açılan kredibiliteyi münasebetsizce çarçur etmekten dolayı başa gelmiş olmasın?
*****
*Sadaka-i cariye: Bir kimsenin ölümünden sonra da faydası devam eden vakıf, çeşme, yol vb. kalıcı hayır eserleridir.
**Vakıf abi: Cemaat içerisinde hayatını ve gayesini Hizmet yoluna adamış, Hizmetten başka uğraşı olmayan kimselere yapılan nitelemedir.
***Vakfe: Duraklama, durma, Hac ibadetinin şartlarından olarak hacı adaylarının Arefe günü Arafat’ta bir süre durmalarıdır.