(YIKILASI ABİLİK)
Son günlerde cemaatte önde olduğu söylenen abilerin konumları, faaliyetleri ve cemaat tabanına karşı sorumluluklarının gereğini yerine getirip getirmedikleri hususları sıkça gündem olmaya başladı. Cemaat tabanındaki insanlarda üst tabakada bulunan kimselerin aldıkları kararların yerindeliği hususundaki tereddütler iyiden iyiye arttı. Bu durumu tabandaki mensupların bilinçlenmeleri adına bir iyiye gidiş olarak görüyorum. Zira kendilerinin müdahil olamadıkları ancak etki alanında bulundukları birçok konuda bugüne kadar önde görünenler konuştular, yönlendirdiler ve kararlar verdiler.

Artık geç de olsa bu sultaya bir son vermenin zamanı geldi de geçiyor. 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden yaklaşık 8 koca yıl geçti. Bu süreçte özellikle Cemaatin küçük yaşta ailesinden koparmak suretiyle kendi mahrem programına angaje ettiği nice kimseler ve bu tür işlerle alakası olmayan ancak Cemaatin savunucusu olduğunu iddia ettiği değerlere gönül vermiş daha niceleri KHK’larla işlerinden atıldılar, cezalar aldılar, mahpus oldular, kaçarken Meriç’te boğuldular, yollarda tartaklandılar, kamplarda ikamet etmek zorunda kaldılar ve yurttan yuvadan, anadan babadan ırakta, sıla türküleri söyler oldular. Bir o kadarı da hapis yattı ve hala yatmaya devam eden ve edecek olanlar da cabası.

Gelinen noktada bu insanların ne olup bittiğine dair sormak ve sorgulamak haklarıdır. Aslına bakılırsa tuzun kokmaya başlaması çok daha öncelere kadar gidiyordu. F.Gülen’in bir vaazı vardı, Hisar-7 adıyla bilinirdi, bu vaaz “hey gidi günler” namıyla meşhur olmuştu. İnsan etkileme sanatının icrası bakımından ders olarak okutulacak bir vaazdır bana kalırsa. İşte bu vaazda F.Gülen döndüre döndüre “yıkılası abilik” diyerek enaniyetin başları döndürmemesi gerektiğinden bahsetmişti (https://youtu.be/aDLGmjV-N5w).
Yıkılası abiler daha o zamandan demek ki Cemaati yıkacak darbeleri indirmeye başlamışlardı ve lider de bunu görmüştü ama, bilmem önüne geçmemiş ya da geçememişti. Bu denklemden yıkılası abilerin daha da diklenmesi, gariban tabanın ise söğüşlenip değersizleştirilmesinden başka bir sonuç çıkmazdı, çıkmadı da. Cemaate gönül vermiş insanlar, F.Gülen’i hep Kestanepazarı’ndaki küçük kulübede hayal ettiler, ömrünün bir küçük kulübede geçmiş olduğuna hala da öyle bir münzevi hayat yaşadığına ve itimat ettiler.

Ancak Hocalarının, o münzevi hayat içinde dar dairedeki istişarelerinde, memleketin başına fitne fesat çorapları örmek manasına gelecek ne türlü “arz”lara ne çeşit “olur”lar verdiğine şahit olmadılar. Evet görünüşte bir odacıktan ibaretti hayatı ama ayağına gelip giden öyle kimseler vardı ki kendilerinin bir emriyle filoları harekete geçirebileceğiyle övünmekten ar etmiyor, biz ne menem işlerin içine girdik demeyi akıl etmiyorlardı. Nitekim öyle durumlarla karşılaşılmasına neden oldular ki şimdi kafalarını kuma gömerek işin içinden sıyrılmak, düne kadar büyük şeytan gördükleri diyarlarda yer edinip geçmişlerini unutturmak derdine düştüler.
Onlar F.Gülen’i hep peygamber halifesi bir mübarek zat, yanındaki ilk abileri de ilk dönem ashabı gibi gördüler. Çünkü kendilerine anlatılan buydu. Yakalanması gereken hedef olarak ufukta sahabe hatıraları canlandırılıyor, işte onlar gibi olun diye yönlendiriliyorlardı. Onlar da bundan dolayı bize bu yolu açan kimseler ancak sahabe gibi insan olabilir dediler, onları bu yüksek mevkiye oturttular. Ancak o ilklere benzettikleri kimselerin kendilerinden topladıkları paraları çarçur etmekten korkmadıklarını, lüks ve şatafata kaçan hayatlar yaşamaktan geri durmadıklarını, vakıf malına el uzatmanın insanın başına gelecek en belalı hallerden biri olduğunu düşünmeden üzerine çullandıklarını bilemediler.
Evet, görünüşte lider öyle değildi belki ama kadrosu tam bir fiyaskoya dönüşmüştü. Bunu fark etmek için yıllar geçmesi gerekmişti ancak onlar hala farketmemekte ısrar ettiler. Onlar hep F.Gülen’i içi dışı bir adam olarak tahayyül ettiler, onların gözünde F.Gülen’de zerre şaşma olmazdı, çünkü o her anını Allah’la beraber olmaya hasretmiş bir insandı. Ancak Allah’la beraber olduğuna inandıkları efendilerinin kapalı kapılar ardında bunların arasını açacak iki adam bulamadınız gibi sözler sarf ederken, kameralar önünde, bir nevi nifak alameti olarak ki birine münafık demek için kendimi o mertebede görmediğimden böyle diyorum, eğer bizim arkadaşlarımız bu işe karışmışsa fitneci olmuşlardır demesi üzerine bir düşünmek gerektiğini akletmediler.

Onlar hep evet biz çekiyoruz ama zamanında üstad Bediüzzaman da çokça hapishanelere girmiş çıkmış, biz de oraları onun gibi Medrese-i Yusufiye bilmeliyiz dediler. Ancak Üstad’ın davasının iman davası olduğunu, Medrese-i Yusufiye tanımlaması yaparken oralarda da o günün şartlarında yapılabilecek iman hakikatlerinin herkese duyurulması (tebliğ) vazifesinin bihakkın yerine getirilmesi amacını güttüğünü akla getirmeden suyuna tirit kıvamında kabullenmelerde bulundular.
Bugün Üstad’ın postunda hakkı olduğunu düşündükleri liderin ve çevresindekilerin çok önceden bu işlerin başa gelebileceğini hesap ederek yurtdışına kaçtıklarını, oralardan mağdurlar sırtında yükselen mağrur başlar olarak “Ben enayi miyim ülkede kalıp içeri atılmayı bekleyeyim” gibi sefilce sözler sarf etmekten ar etmediklerini göremediler. Evet, onlar birer enayi görüldüler, ancak kendilerinin vücutlarıyla kurdukları köprülerden baş yücelere geçiş üstünlüğü sağlanmaktan başka değerleri olmadığını göremediler. Onlar hep abilerimiz doğru söyler, onlar dediyse bir bildikleri vardır, hikmetinden sual olunmaz, yanlış gibi görünse de nasıl olsa büyüğümüz de bu işlere onay vermiş diyerek yol yürüdüler ve vicdanlarını rahatlattılar; ancak abiler dedikleri kimselerin yularlarını nerelere kaptırdıklarını bilemediler.
F.Gülen şöyle demiş diye kendilerine getirilen haberlerin birçoğunun asparagastan ibaret olduğunu çok geç idrak ettiler. İdrakine vardıkları gün de bu aptallığı kendi kendilerine itiraf edemediler. Bir çamur deryasında bocalayıp durdular, “ol mahîler ki deryâ içredir deryayı bilmezler” sözünü ironik olarak gerçekleştiren talihsizler oldular. Onlar hep hizmetler büyüyor, arkadaşlar her ücra köşede bulunuyor, şu kadar ev, bu kadar yurt ve öğrencimiz var, gazetemiz şu kadar tiraja koşuyor, falanca programa şunca üst düzey kelle katıldı söylemlerine kanarak işler iyi gidiyor, kutsal davamız yayıldıkça yayılıyor diye düşündüler.
Ancak, en yakınım dediği kimselerin, F.Gülen’nin morali bozulmasın diye ikiyüzlülükle olmayanı olmuş gibi göstermekten ar etmediklerini, olmayan evi var, dolmayan yurdu tam, okunmayan gazeteyi baş tacı, poşeti açılmayan dergiyi aylık baş köşe ilacı gibi lanse ettiklerini, F.Gülen’nin de bu manipülatif dolduruşa dayanarak bilmem kasten bilmem taksirle, dönüp onları manipüle ettiğini anlayamadılar. Evet, cemaatin hakiki denge ve denetleme mekanizması olsaydı bunlar olmazdı ama denge denetleme mekanizması kuruyoruz diye oluşturulan yapıların başlarındakiler de enseye tokat kulağa parmak ahbaplar olduklarından, bunların birbirlerinin kuyruklarına basmamaya özen gösterdiklerini hesap edemediler.

Bu kadar basit meselelerde bile gerçeği söylemekten aciz kimselerin daha önemli konularda ne türlü boşluklara sebep olmuş olabileceklerinin hesabını yapmadılar. Onlar hep hizmeti, amellere göre değil niyetlere göre değerlendirmek gerek gibi, elastik ve kullanışlı bir düstur ile tartıp, amellerde hata olsa da niyetlerimiz halis düşüncesiyle hareket ettiler. Ancak gelinen noktada ne amelin doğru amel ne niyetin halis niyet olmadığı gerçeğini göremediler.
F.Gülen’in kendi deyimiyle milletin içine nifak tohumu serpmek manasına gelen son 10-15 yıllık hareket tarzının ne niyet ne de amel bazında hayra kapı aralayacak bir potansiyelinin olmadığını anlayamadılar. Evet, eğer okuyucu biraz düşünürse bizim burada sıralamaya çalıştığımız tenakuz içeren durumlara daha pek çok ekleme yapabilir. Gelinen nokta itibariyle cemaate gönül veren insanların üzerine düşen, bu sıkıntıların yaşanmasına neden olan kişilerden hesap sorup hepsini tarihin çöplüğüne süpürmek olacaktır. Bu yapılmadığı müddetçe, yanlışa yanlış diyememenin sonucu olarak, hayat herkesten alacağını alacak, kimseye de acımayacak ve ne yazık ki olan nesillere olacak!